Cumhuriyetin İlk Himayesi Türk Kadınlarına Taltif Edilmiştir. Peki Neden?
HİKÂYELERİMİZİNDE HİKÂYESİ VAR
Cumhuriyet Kadınları Derneği Ankara, Çankaya Şubesi tarafından Milli Mücadeleye destek olan Yozgatlı kadınlarımız ile ilgili bilgi ve belge olup-olmadığını sordular. Ben de Cepheye erzak götürenlerden tutun da, yün yataklarını boşaltıp çorap kazak örerek cephedeki askerlere gönderen birçok ninelerimiz olduğunu söyledim.
Bunun üzerine, Yozgat’a konuyla alakalı belgesel çekmek istediklerini, yakınlarıyla ulaşma imkanı olur mu? Sorusu üzerine, Daha önceden tespit ettiğim bu kahraman ninelerimizin yakınlarına ulaşmak, mezarlarını tespit etmek için bu köyleri tekrar ziyaret ettim.
Ziyaretim esnasında, Muharrem KAPLAN Beyin Kababel köyündeki evinin avlu kapısından içeri adımımı atar atmaz, karşımda ATATÜRK büstü göze çarptı.
Oldukça duygulandım. Daha önce resmi dairelerde gördüğümüz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN büstüne bir köy evinde rastlayacağım hiç aklıma gelmemişti.
Bununun sebebini sorduğumda ise, ikinci bir şaşkınlık yaşadım…!
“Bugün eğer bu topraklarda hürriyet ve güven içerisinde yaşaya biliyorsak eğer, bu Mustafa Kemal ATATÜRK sayesindedir. Onun resmi de başucumda asılı. Gazi Mustafa Kemal’in ömrü cephelerde geçtiği halde tüm ömrünü bu vatana ve Türk milletine adamış, haram yememiş, evlenip çoluk çocuğa karışmamış, Türk milletinin tamamını kendi öz evladı bilmiştir. Böyle bir devlet adamını başımda taşırım..!”
Yozgat’ta Tekâlif-i Milliye
“Vaziyet”
Yozgat halkı, telaffuz edemediği kelimelere kendince ad takar, Cihad-ı Ekber yerine Seferberlik, Kurtuluş Savaşı’na Yonan Harbi, Tekâlif-i Milliye’ adını da Vaziyet olarak adlandırmıştı.
Herkes kendince vaziyet almış, Yozgat Askerlik Şubesi, kağnıcı konvoylarıyla ilgili tüm tedbirleri harfiyen yerine getirerek, hangi güzergâhtan gidilecek, nerede konaklama yapılacak, hayvanların yemini kim temin edecek, kırılan kağnıları kimler tamir edecek önceden vaziyet almışlardı.
Cepheye erzak ve mühimmat götürmek için köylülere çağrıda bulunulmuş, köylerde de tellal çağırttırılmak suretiyle herkesi vazife başına çağırılmış, ahali de kendince vaziyet almıştı.
Kababel köyünde benzer şeyler yaşanmış, ihtiyar heyeti tarafından belirlenen kişiler ilk kafile için hazırlığa başlamışlardı.
Askerliğe el verişli olmayan “cücükcü” lakabıyla bilinen İbrahim kafilenin erkek neferi olarak belirlenmiş, kocaları askerde olan gelinler bu göreve gönüllü talip olmuşlardı.
İlk seferde Kababel köyünden iki kağnı erzak toplanmış köyün çıkışında tüm köylü kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar toplanmıştı. Kırmızı bir bez parçasına el yordamıyla hilal ve yıldız dikilerek bayrak haline getirilmiş, kağnının ön kısmına iki çivi ile tutturuldu. Ayakta durmaya mecali olmayan yaşlılar, köyün seten taşına yaslanarak köydeki son kişinin de birazdan edilecek dua ve niyaza iştirak etmesini bekliyorlardı.
Aşık Hasan’ın da oğlu cephedeydi. Evlat hasretiyle kaynayan yüreği deyişlerine yansımış, milli duyguları Arş-ı Alaya çıkaran bir duaz etti, kadın-kız, yaşlılar bu duaz esnasında hüngüre hüngüre ağlamaya başladılar. Annelerinin, dedelerinin ağladığını gören çocuklar da ne için gözyaşı döktüklerini bile bilmeden onlarda ağlıyordu. Aşık Hasan’dan sonra söz alan, Hıdır Abdal Ocağın Post Dedesi İsmail Efendi, ahaliye şöyle seslendi;
-Ağlayın analar,
-Ağlayın Bacılar,
-Ağlayın çocuklar, çünkü gözyaşı rahmettir. O ALLAH ki görür de siz mazlumlara acır, merhamet eder, bu kara günler de gelir geçer, diyerek niyazda bulundu, emanetlerin sağ salim menziline ulaşması için dua etti.
Bismillah diyerek kağnı dayakları indirildi, kağnılar hareket etti.
Nesli Hanım ile Neslihan Hanım 35 yaşlarında gelinlerdi, Hüsne Kadın ise altmış yaşını aşmış, sırf gelinlerin adına leke düşmesin diyerek namus bekçisi sıfatıyla kafilede yer aldı. İbrahim Ağa refakatinde günlerce sürecek yola koyuldular.
Bakır helkelerle getirilen sular döküldü, su gibi akıp gidin temennileri eşliğinde köyün Güney Batısındaki yokuşa kadar birlikte yürüdüler.
Nesli Hanımın yüreği kağnı gıcırtısını bastıracak kadar hızlı çarpıyor, Seferberlikte silah altına alınan kocası ve iki çocuğunun babası, Ali’yi görebilmeyi umut ediyordu.
Kağnı gıcırtıları etraf tepelerde yankılanıyor, adeta Türk milletinin çektiği acıları dağa taşa haykırıyordu.
Herkes kendi iç aleminde Hakka yalvarıyor, yıllardır evlatlarına, kocalarına, babalarına hasret kalan insanlar, esaret altında inim inim inleyen vatan, din kardeşleri için yakarıyorlardı.
Yozgat’a geldiklerinde yüzlerce kağnıların sıralandığını, kafile kafile yol verildiğine şahit oldular.
İki avucun birleşimine benzeyen Yozgat merkezi, kulakları sağır edercesine kağnı iniltileriyle yankılanıyordu.
Kağnılar bile dile gelmişti. “Uyumayın ey ahaliii, gün kurtuluş günüdür” der gibiydi.
Uyanmıştı Türk milleti.
Kadın, çoluk çocuk demeden yollara düşmüş, kiminin elinde bir çift çorap, kiminin yedinde yağlık, cephedeki yiğitlere hediyeler gönderme derdindeydi.
Kağnıyla Ankara’ya gidenlerdeyse, farklı bir duruş vardı.
İlk geceyi Saray köyünde geçirdiler. Kadınlar ayrı bir eve, İbrahim ağa ayrı bir köy odasına davet edildi.
Tam yedinci gün sonunda Yahşihan’a varabilmişlerdi.
Köydeyken eşi Ali’yi görme hayalinin imkansız olduğunu anladı.
Yahşihan’da görevli birliğin dışında kimseler yoktu. Zaten orada da hepi-topu bir bölük nefer ya var, ya yoktu.
Nesli Hanımın ayağındaki çarığın tabanları yok olmuş, ayağının altı hasır gibi delik deşik haldeydi.
Yükü boşalttıktan sonra, Neslihan Hanım İbrahim Ağadan bir talepte bulundu;
-İbrahim Ağa, Ayaklarım delindi, baş Efendiye söylesen de bir giyim çarık verse…
-Tamam, isteyim, yalnız, sende benim yanımda gel, ayaklarının halini Şube Reisi görsün.
Başındaki tülbendi burnuna kadar yaşmak etti, utana sıkıla şube Reisinin yanına vardı,
-Baş Efendi, şu kadının bir isteği var, ayağındaki çarık yırtılmış, ayakları delindi, bir giyim çarık istiyor.
Kumandan göz ucuyla Nesli kadını süzdü, gözleri ayağına takıldı.
-Efendi… ben askerime giydirmeye çarık bulamıyorum, her gelene bir çift çarık verirsem, cepheye ne göndereceğim.?
Bu kadını kağnıdan indirmeyeceksin, en ufak bir zarar vermeyeceksin, ola ki bir hile düşünürsen, ya da yürütürsen, senin tırnaklarını sökerim, bilmiş ol…!
Nesli Hanım ikinci bir hayal kırıklığına uğrasa da Türk askerinin köylüsü İbrahim Ağaya verdiği ihtarı, kendisine gösterilen kıymet, gururunu okşamıştı.
Köye dönüşleri de yedi gün sürmüştü. Vatan müdafaası için bir şeyler yapmanın huzuru içindeydiler.
Yozgat’a sözde eşkıya takibine gelen Çerkez Ethem ve Çolak İbrahim’in adamları, köy köy geziyor, kimde güzel at var, kimin camızı öküzü var el koyuyorlardı.
Nesli Hanımın bir öküz bir de ineği vardı. Oğulları Hasan ile Hüseyin Köyün harman yerinde hayvanları otlatırken köye gelen bu adamlar, çocukların ellerinden iki hayvanı birden alarak göyün dışına doğru sürmeye başladı. Oğullarının bağırarak ağladığını işiten Nesli Hanım eline bir değnek alarak seslerin geldiği yöne doğru koştu. Vardığında hiç görmediği tipler tarafından hayvanlarının alıkonulduğunu gören Neslihan Gelin, “durun bakalım… nereye götürüyorsunuz onlar benim yetimlerimin ekmek kapısı, tek dayanağım” diyerek avazı çıktığınca bağırdı çağırdı. Bu serzeniş, kısmen de olsa işe yaramıştı, “öküzü vermeyiz, madem öyle, inek sende kalsın” diyerek hayvanı alıp götürdüler.
Daha sonra da köylerinden bu hizmete gönüllü katılanlar oldu. Doğu cephesinden, Batı cephesine nakledilen silah, mühimmat, ağırlıklarını taşıdılar.
Aşık Hasan’ın, duvazı, Post Dedesi İsmail Efendinin duası gerçek olmuş, 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz neticesinde Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanmıştı.
Cephelerde savaşın sona ermesi, Türk milletinin özlem dolu gözlerini yollara çevirmişti. Peyder-pey gidenlerin bir kısmı dönse de, dönmeyenler çoğunluktaydı. Sonrasında esir mübadilleri tekrar umuda dönüşse de, Nesli Hanımın eşi, Ali gelmedi.
Nesli Hanımın Kaynanası Iraz kadın oğlu Ali için o kadar üzülmüştü ki gözleri ama oldu. Vatan için gösterdiği fedakarlık, “Yahşihan yolculuğu” kendisini daha bir cesaretlendirmiş, yetimlerine kazanç kapısına dönüşmüştü. Yozgat’tan, Samsun’a kağnılarla nakliye yaparak evlatlarını namerde muhtaç etmedi.
Tarlada saban da sürdü, gün geldi, erinin emaneti bağını da bellemeyi ihmal etmedi.
Belki,,, diyerek bir daha evlenmeyi hiç düşünmedi
Oğulları Hasan ile Hüseyin’i kendi başına büyüttü, evlendirip torunlarıyla haşır neşir olsa da, onun gözü hep yollardaydı. Ne zaman uzaktan bir karaltı görse, Ali’mi acaba? diyerek iç geçirirdi.
Ömrünün son demleriydi, bağ beklediği bir günde bağın hemen altından bir adam bağa dikkatlice bakarak geçiyordu. Tam haymalığın “bağ evi” yanına geldiğinde bağ evindeki Nesli Hanımı fark ederek;
-Bu bağ Ali Pehlivanın bağı mı?
-Evet
-Sen de hanımı mısın?
Evet, siz kimsiniz, Ali Pehlivanı nereden tanıyorsunuz?
Adam başını yere eğdi, “aman boş ver oraları karıştırma” diyerek uzaklaşıp gitti.
Bu hadiseyi akşam eve geldiğinde horantaya anlattığındı, gözleri bulutlandı.
Gelinleri alay ettiler, can yitiği neydi hiç bilmediler.
1965 yılında Kababel köyünde vefat etti. Umulur ki, bir ömür beklediği, Eşi Ali pehlivana, can yitiğine Cennette kavuştu.
Mekânınız Cennet olsun Kahraman Türk kadınları ve onların yiğit evlatları.
CUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN.
Derleyen ; Arş Yazar Osman KARACA